Babam Erdoğan Pancaroğlu 1934 yılının Bir Cumhuriyet Bayramında Develi’de dünyaya gelmiş. Yedi yaşında iken Ankara’ya göç etmişler ailecek. İlkokuldan sonra yatılı olarak Robert Kolej’de okumuş. Daha sonra Amerika’da yüksek lisansını yapmış. Yüksek mühendis olarak Türkiye’de çeşitli kurum ve firmaların yanısıra Endonezya’da Dünya Sağlık Örgütü’nde ve Washington’da Dünya Bankası’nda uzun yıllar görev yaptı kendisi. Bu süre zarfında geliştirdiği çevre mühendisliği uzmanlığı doğrultusunda Güney Doğu Asya’da yoğun bir şekilde su temini projelerinde yürütücü olarak çalıştı. Büyük bir uluslararası deneyime sahip olan babam, 1996’da emekli oldu ve zamanının bir kısmını İstanbul’da Tarabya’daki evinde, diğer kısmını Alaçatı eskiden sakin halindeyken restore ettiği taş evinde; daha sonraları ise Urla’da geçirdi.

Babam müzik ile hep içiçeydi. Gitar çalar, şarkı söyler, müzik dinlerdi. İlk beş yılımdan geriye kalan birkaç anımın başında bir şarkı var:

Kuş uçuyor sessiz
Yavruları öksüz
Uçma güzel kuşum
Terk etme yuvanı

O zamanlar her gün kısa süreli “deneme” yayını yapan TRT’nin siyah beyaz ekranında bu çocuk şarkısını duymuş olabiliriz. Olabiliriz diyorum çünkü yıllar sonra bu şarkının izini sürmeye çalışmama rağmen hiçbir yerde rastlayamadım. Babam evde gitar eşliğiyle kardeşime ve bana bu şarkıyı öğretirdi. Hatta bir bant kaydı yapmış babam. Benden üç yaş küçük olan kardeşim şarkı sözlerini kesik hecelerle söyleyerek oyunsu bir faaliyete çevirmiş. Kayıtta bir süre sonra babamı çok tatlı bir tonla “ama olmaz ki” derken duyuyoruz…

Ankara, Çankaya’daki bahçe katı eve dair hafızamdaki en güçlü imge müzik. Evimizde Thorens marka bir pick-up, Grundig marka makara teyp ve babamın farklı müzik türlerini içeren genişçe bir plak koleksiyonu vardı. Stokowski yönetimde bir orkestra, Güney Afrika’nın sesi olarak bilinen şarkıcı Miriam Makeba, Amerikalı popüler müzik şarkıcısı Johnny Mathis, kadife ses Harry Belafonte, aralarında efsanevi gitarist Andres Segovia’nın da olduğu farklı gitaristlerin plakları ve çok daha fazlası evde dinlenirdi. Bir de masal plakları vardı. Bir ses masal anlatırken hikayeyi besleyen güzel müzikler geliyordu kulağa. Bunların arasından daha sonraları Rimski-Korsakov’un “Şehrezat’ı” olduğunu öğreneceğim bir masalın müziğiyle büyülenirdim. Eserin keman ve arpın duyurduğu ünlü teması taa o zaman içime işlemişti. Bu 33’lükler kulağımın dışında başka duyulara da hitap etmiş olsa gerek ki plakların bazılarında diş izleri ve kopmuş parçalar vardı!

Can Aybars’ın düzenlemesi, babamın nota yazısı

Babam evde sık sık gitar çalardı. Türkü düzenlemelerinden Latin Amerika müziğine, Bach’tan Dede Efendi’ye varan geniş bir yelpazede bir repertuarı vardı. Aslında müziğin ev hayatındaki temelini onun icraları oluştururdu. Babam Robert Kolej’den mühendis olarak mezun olup alanında yüksek lisans yapmak üzere 1950’lilerin sonunda Amerika’ya gittiğinde gitar ile tanışmış. Washington’da dönemin tanınmış gitar pedagogu ve gitar müziği yayıncısı Yunan asıllı Sophocles Papas ile çalışmış. Daha sonra kendi kendini geliştirmiş. Kendini getirdiği seviye beni her zaman şaşırtırdı.

1973’te babamın işi sebebiyle İstanbul’a taşındık. Evimizde annemin çocukluğundan kalma bir duvar piyanosu da vardı ve ben beş yaşında iken genç bir piyanistten ders almaya başladım. Bu süreç kısa sürdü genç piyanist eğitimi için Almanya’ya gidince. Başka bir hocayla devam etmek de mümkün olmadı. Ben de kendi kendime çalmaya başladım. Bu şekilde olmak doğaldı çünkü babam da kendi kendini geliştirmişti. Çok küçük yaşta bazı şeyleri kendi kendime yapabileceğimi kavradım. Öte yandan bir hoca disiplini ve de yönetiminde daha strüktürlü geçebilecek bir dönem daha özgür, oyunsu ve bana hem müziğe dair hem de müzikten başka şeyler de öğretecek şekilde geçmişti.

İstanbul ile birlikte hayatımıza renkli konserler girdi. Kış aylarında babam her cumartesi sabahı bizleri İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasının konserlerine götürürdü. Orada senfonik müzik konusunda evde plaklarla başlayan süreci daha ileriye taşımak mümkün oldu. Yaz ayları gelir, İstanbul Müzik Festivali başlardı. Babam mühendis maaşıyla ailesi için neredeyse tüm konserlere bilet alırdı. Alabilirdi diyelim çünkü bugün bu mümkün olamaz. Koro konserleri, oda orkestraları, çeşitli solistlerin resitalleri ve de tabii ki gitar konserleri vazgeçilmezler arasındaydı. Aya İrini’nin büyüleyici ortamında kimleri dinlemedik ki. Dolayısıyla on iki yaşıma geldiğimde kulağımda babamla hakkında küçük küçük sohbet edebileceğimiz müzikler birikmişti.

Siegfried Behrend’in babama hediye ettiği kendi el yazısıyla düzenlemesi

Muhabbet içinde olduğu bir gitar çevresi vardı babamın. Nota konusunda alışveriş yaparlardı. O zaman tabii fotokopi imkanı yok; babamın neredeyse tüm notaları kendi el yazısıyla kopyalanmıştı. İnci gibi bir nota yazısı vardı. Sonra bu çevreyle birlikte bazı gitar konserlerinden sonra güzel şeyler yaşanmıştı. Alman gitarist Siegfried Behrend ile Divan Pub’da bir akşam yemeği yenmişti mesela. Ben ilk defa profesyonel bir müzisyen ile karşılaşmıştım ve çok etkilenmiştim konuşulanlardan. Ankara günlerinden Can Aybars, İstanbul’da İrkin Aktüze, herkesin hocası Raffi Arslanyan bu çevredeki simalardı.

1978’de babamın da desteği ile İstanbul’da konservatuvar sınavlarına girdim ve arp sınıfına seçildim. Bu sınavlara hem hazırlanırken, hem de girerken babamın varlığını çok net hissettim. Sanki zamanın ilerisinden geliyor gibiydi: ittirerek değil asla, sadece bu yolun benim için doğal ve dolayısıyla doğru olduğunu farkeden bir duruş sergiliyordu. Ve mutluydu. Kısa bir süre sonra, babam, 1980’de Endonezya’da Dünya Sağlık Örgütünden gelen bir iş teklifini, bize sunabileceği eğitim imkanlarını göz önünde bulundurarak kabul etti. Zorlu bir karardı. Endonezya’da müzik eğitimimi sürdürmem mümkün olamayacağından ben İsviçre’de yaşayan teyzemin yanına gittim. Araya on bin kilometreden fazlası girdi. Benim müzik eğitimim için 1980’den 1988’e süren bu ayrılığa ailecek katlandık. Tatillerde ailemin yanına gittiğimde kayıt endüstrisinin dibine vururduk! Jakarta’da Blok M adı verilen çarşıda inanılmaz sayıda kasetçi vardı. Babam bunları keşfetmiş ve evde yeni bir koleksiyon oluşturmaya başlamıştı. Orada olduğum zamanlarda akşamları gezmeye çıkar gibi bu dükkanlara giderdik. Korsan kopyalanıyordu o zamanlar. İnanılmaz miktarda kaset alırdık ikimiz de ve tatil dönüşü onların bazılarını yanımda İsviçre’ye götürür, tüm kış dinlerdim.

Cenevre’de iken bana kol kanat geren bir arpist büyüğüm vardı: güzel insan Notburga Puskas. Önceleri hocamın asistanı idi; bu görevi bitince de bana müzik konusunda verdiği çok değerli rehberliğini sürdürdü. Babam, Notburga gibi, gerek müzik dostluklarım gerek yakın arkadaşlarım konusunda misafirperverliğini ve ilgisini hiç esirgemedi. Onları yakından tanımaya çalıştı hep. Onlarla diyalog kurdu, yeri gelince en güzel şekilde ağırladı. Çok rahat sosyal ilişkiler kurabilen babam, bilgisi, yaşam deneyimleri ve sıra dışı mizahi mizacı sayesinde yıllar içinde değer verdiğim herkes üzerinde derin bir etki bıraktı.

Babam, kardeşim Oya ve ben babam ile İstanbul metrosunda, 2020

Kritik anlarda karar verme konusunda babam özellikle güçlüydü. Cenevre’deki süreçte artık farklı bir yaşam düzenine geçmem gerektiğini çok hızlıca gördü. Aklı hiç karışmadı karmaşık olan bir tablonun içinde. Kardeşimi de Cenevre’de okula kaydettirdi. Ev buldu bize, hem de Endonezya’ya bir uçak yolculuğunda muhabbet ettiği bir kişi vesilesiyle, yüksek irtifada! Kardeşime ve bana güvendi; on dört ve on yedi yaşındaki kızlarının tek başına bir evi çekip çevirebileceklerinden, eğitim hayatlarının sorumluluğunu alabileceklerinden şüphe duymadı. O noktada annem hem bize yetişiyor, hem de on bin kilometre ötede babama…

Babamın 1956’da Robert Kolej Mühendislik mezuniyet resmi, sağ alt köşede Lale yazıyor. Fotoğrafçı. Ve annemin de adı :)

İsviçre’de lisansımı tamamlamaya yakın bir süre kala babam müthiş öngörülü bir fikir ile geldi. Amerika günlerinden İndiana Üniversitesi’nin Müzik Fakültesinin namını biliyordu. “Oraya gitmek ister misin?” dedi. Araştırınca dünyanın en önemli arp pedagoglarından Susann McDonald’ın Bloomington’da hoca olduğunu gördüm ve kısa bir süre sonra Fransa’da hoca ile tanıştım; çok sevdim ve okula başvurdum. 1988’de tam Amerika’ya giderken, babama yeni bir iş teklifi geldi: bu kez Washington’da Dünya Bankası’nda görev yapacaktı. Böylelikle tatillerde gidebileceğim “yakınlarda” bir evimiz olmuştu. Amerika’ya gider gitmez babam bana bir arp aldı. Üniversite eğitimimi tamamlayan tüm ek faaliyetlerimi destekledi. Susann McDonald’ın rehberliğinde ve fakültenin muhteşem ortamında ben yeniden doğmuş gibi oldum. Sonra da mesleki anlamda artık kendi kanatlarımla uçabileceğim hissiyle mezun oldum. Mezuniyetime gelirken babam annemle birlikte Endonezya’da derlemiş oldukları el oyması sandık koleksiyonundan özenle bir parça seçip Miss McDonald’a hediye olarak getirdi. Miss McDonald bu hediyeyi çok sıra dışı olduğu için hiç unutmadı. Hocamın evi 2000’li yılların ortasında tamamen yandı. Miss McDonald sonraları anlattı bana: “Getirdiğiniz o güzel sandık da yandı” diye…üzüntü ile dile geldi.

Mezuniyet sonrası Amerika’daki bir yıllık çalışma hakkımı kullanacağım zaman babam arpımı taşıyabileceğim bir araba satın aldı. O yıl gitmediğim iş kalmadı ve okulda mümkün olamayacak çok farklı mesleki deneyimler elde ettim bu sayede. Bunların içinde inanılmaz bir yelpaze vardı: düğünler, kilise törenleri, müzikaller, tiyatro müzikleri, cenaze merasimleri, açılışlar, kokteyller, Noel kutlamaları, partiler bir yanda; Washington’da Büyükelçiliğimizin konser salonunda verdiğim konser, Dünya Bankası Oditoryumu’nda bir başka konser, National Symphony Orkestrası ile provasız çıktığım Fındıkkıran temsili, Kennedy Center’da orkestra ile solist olarak verdiğim birkaç konser, Washinton Choral Society ile National Cathedral’da eşlik ettiğim Britten’in “A Ceremony of Carols”ı. Babam çok mutlu olmuştu. İş çevresi ve arkadaşları konserlere gelirdi. Vokal müziği ve güzel sesleri çok seven babam Noel zamanı kilise performanslarımdan bazılarına hem dinlemek hem de bana arpımla yardım etmek için gelmişti. Bunlardan bazılarında çok matrak anılar da biriktirmiştik. Babam neresi olursa olsun, hep gurur duydu. Onun duyduğu gurur bana güven verdi.

2000’lerin başında Kıbrıs konserinde

2000 yılında Türkiye’ye döndüğümde babam da emekliliğini almış ve Türkiye’ye dönmüştü. 2021’in Ekim ayına kadar Türkiye’deki neredeyse tüm konserlerime geldi.; kimi zaman şehir dışı da dahil olmak üzere. Yaptığım farklı işbirliklerini yakından takip etti. Daha önceleri bazen çalışmalarımı dinlerdi ve çok güzel önerileri olurdu. O zamanlar sıklıkla müzik dinlerdik birlikte; arpla çalınabilir miydi bazıları?

Alaçatı’da babama arp çalarken, 2021

Müzikle bir kariyerin iniş çıkışlarını öngören babam bunları her daim hafifleten bir hamiliği de ebeveyn görevlerinden saydı. Nefes aldırdı onun desteği ve cömertliği. Aksi takdirde ben profesyonel bir arpist olamazdım. Zaman içinde okyanus aşırı iş seyahatleri ve özellikle fotoğraf alanına yoğunlaşmasıyla babam müzikten değil ama gitar çalmaktan uzaklaşmıştı. Neden diye sorduğumda, “sen varsın, sen çalıyorsun, bu yeterli” demişti. Yani benim çalmam sanki kendi çalıyormuşcasına onu mutlu ediyordu. 2000’li yılların başında İstanbul’daki eve ergen yaşta hırsızlar girdi ve babamın güzel gitarını çaldılar. On iki yıl sonra bir gün aynı evin zili çalmış. Genç bir adam, elinde bir kutu baklava ile kapıda. “Ben sizin evinize girip hırsızlık yaptığım için vicdan azabı duyuyorum, aklımdan silemiyorum; lütfen beni affedin” deyip baklavayı takdim etmiş! Bir film karesi gibi. Yüksek Kaldırımda satmışmış gitarı o vakit.

Babam hafıza sorunları yaşamaya başladıktan sonra da müzik onun için rahatlatıcı etkisini sürdürdü. Kuytu bir liman gibiydi müzik çünkü beynimizin en sağlam hafıza bölgesi müziğin saklı olduğu yer imiş. Müzik üzerinden hep iletişim kurabildik. 2021 sonrasında ben nihayet elime kalem alıp beste yapmaya başladığımda ise babamın rahatsızlığı onun bu konu hakkında fikir yürütmesine elvermedi. Ancak babam uzun yıllar önce bir şey farketmişti. Çocukken arabayla seyahate çıktığımızda sıklıkla birtakım melodiler doğaçlar, mırıldanırdım. Babam “ne güzel”, “sen mi yapıyorsun bunu?” demişti bir kez. Ne var ki elli yıl boyunca aklıma düşen melodileri şekillendirmek, yazmak aklıma gelmedi. Şekillendirdiğimde ve yayınladığımda ise babamın kondisyonu çok farklıydı.Şimdi babamı düşünüyorum da, müzik öyle bir alan ki, müzisyen olmak profesyonel  olmakla tesis edilmiyor. Müzisyenlik başka. Hatta şunu gördüm defalarca: amatörler müziğe daha bağlı olabiliyor.

Babam hem baba olarak hem de müzisyen olarak bana çok dokundu. Onun en son tepki verdiği müzik Harry Belafonte’nin seslendirdiği “Matilda, Matilda” şarkısı oldu. En sadık dinleyicim babamı çok uzun ve çetrefilli bir hastalıktan sonra 27 Mayıs 2024’te Çeşme’de uğurladık. Hastalığı bile, meşakkatin mertebesi bir tarafa, büyük bir hayat dersi gibiydi. Şimdi masamın üzerinde el yazması notaları duruyor. Az ötede de altmış yıl önce satın aldığı KM marka metal nota sephası. Bunlara dair bazı fikirlerim var elbette.

Mesleğimi, adanmışlığımı, müzik zevkimin temelini ve tabii ki çok daha fazlasını babama borçluyum. Babam böyle bir baba olduğu için kendimi çok şanslı sayıyorum ve bundan büyük mutluluk duyuyorum. Bunu hayatımın içinde kutlamayı ve bu duyguyla yaşamayı istiyorum. Köklenmiş ve yaratıcılığa elverişli bu ruh hali ile onu okumaya ve varlığını kutlamaya devam edeceğim.

 

Blog